SESSİZLİĞİN İÇİNDE GÜRÜLTÜ
Saat onu beş geçe kalkan bir vapur, sırtlarında ağır çantalar, ellerinde yarısı yenmiş simit ile birbirini itekleyerek binmeye çalışan öğrenciler, ellerinde çantası, üstlerinde takım elbisesi ile sakince saatine bakan bankacılar, yanlarında küçük çanta taşıyıp mini etekler giyerek saçlarını rüzgardan korumaya taşıyan kadınlar, başlarında yazma, ellerinde pazar torbası vapura binen teyzeler ve dahası. Onlarca yüz, binlerce hikaye, fısıldanan sırlar, karanlığın ardına gömülmüş gerçekler ama hepsinin ortak bir noktası var. Daha günün erken saatlerinde bir telaş sarmışken İstanbulu, neyin telaşıydı bu? Öyle uzaktan seyre dururken doluverirdi gözlerim, boğazımda bir yumru olur, yutkunsam da geçmez. Tüm bu yüzleri seyrederken içimde bastıramadığım bir öfke gün yüzüne çıkar, susarım yine de. Çoğu şeyi susararak unutmadık mı zaten?
Şimdi vapurun gürültüsü uzaktan bile duyuluyor, simitçinin o gür sesi karışıyor buna. Martılar, vapuru uzaktan görür görmez heyecanla kanat çırpıyor, vapurun başında duruyorlar bu tanıdık insanlara bakarken. İstanbul’un martıları bunlar, hepsi de tanıyor bu şehri,bu şehrin içinde kaybolmuş bedenleri.
Vapur denizde ilerliyor, beyaz köpükler sarıyor etrafı. Boğazın suları şimdi fevkalede duyuluyor uzaktan. Çarşı içindeki sesi bastırmaya çalışıyor aslında. Yıllardır bunun için uğraştı ya, zor gelmez artık ona.
Güneş yükselmiş çoktan gökkübbede, deniz ışıldıyor bununla beraber, bir martı balık kapıp hemencecik uzaklaşıyor. Bir keman sesi duyuluyor bu sefer sahilde, başımı ona doğru çevirip, bakıyorum nereden geldi diye.
Bir oğlan çömelmiş yere, başını eğmiş, keman çalıyor. Yüzünde herkeste olan o buhran yok değil ama daha farklı bir acı bu. Sanki bir öfke, bir sitem var da susmak zorunda kalmış gibi. Kendime benzetiyorum çocuğu, yanına gidiyor, yirmi lira koyup kemanın sesini dinlerken boğaza bakıyorum. Anadolu yakasına bakıyorum buradan. Oradan duyuyorum bazı fısıltıları. Kız Kulesine dalıyor sonra gözüm, efsanalerini hatırlıyorum, babam anlatmıştı ben daha küçük bir kız çocuğu iken Anadoludan İstanbul’a gelince. Babamın özlemi sarıyor sonra beni, yine de gözüm Kule’nin etrafındaki martılarda. Ne güzel görüntü diyiyorum içimden ama bu şehirde o güzelliği kirletiyor.
Belki de suç şehir de değil de bu şehrin içinde kendini arayanlarda. Kendini arayanlar mahvetti belki de. Bencillikleri ile öldürdüler bu şehri! Çok şey var da diyeceğim, tuttum hep içimde.
Boğazdan çekiyorum gözlerimi, sahile bakıyorum. Kalabalıklaşmaya başlamış erken de olsa. Dolaşıyor harelerim bu insancıklarda. Bir kalabalık gözüme çarpıyor, ellerim ceplerimde, dönmüşüm hafif onlara kim diyorum bunlar içimden. Bir yabancı geldiler çünkü. Yüzlerinde her İstanbullunun ifadesi yok, daha farklı.
“Burası da Beşiktaş İskelesi. Lütfen şuraya doğru gelelim, arkadakiler de görsün. Duyuluyor mu sesim oradan da?” genç bir adam, elinde kırmızı bir bayrak, kalabalığın önünde durmuş konuşup duruyor. Sorusundan sonra kalabalıktan “Evet!” kelimesi yükseliyor, başlıyor tekrardan konuşmaya.
Turistler herhalde diyorum. Belki de Karadenizden gelmişlerdir buraya, kim bilir. Doğrusu biraz daha yaklaşsam anlayacağım gibi yüzlerinden ama uzağım işte.
Başka bir yere dalıyor sonra gözüm, orayı inceliyorum. Yaşlı bir adam oltasını atmış, büyük bir umutla bekliyor balık gelmesini. Başında kahverengi, eski bir şapka, üstünde siyah bir tişört ve onun üstünde de ince, krem renginde palto. Baktı gelmedi balıklar, çattı o kalın kaşlarını, banka oturdu, açtı gazetesini homurdandı. Bu yaşlılar da hemencecik huzursuzlanıyor, dedemde böyleydi yaşadığı zamanlar. Her şeye kızar, bağırırdı. Bu yaşlı amca da onun gibi sigarasını yaktı, hızlı hızlı içmeye başladı. Buruşmuş elleri de hafiften titriyor, iki parmağı arasında sıkışmış sigarayı zor tutuyordu.
“Şansın kötü galiba amca?” genç bir adam eğilmiş denize bakarken sigarasını tüttürüyordu. Ne yaşlı ne gençti. Kırkların başında olmalıydı. Yüzü hafif kırışmış ama amca kadar değildi tabii. Kaşları çatık, gözleri kara, bir acı vardı yine gizleyemediği o yüzünün ayrıntılarında. Sahiden hepimizde yok mu o acı? Çok şehir gezdim doğrusu. İzmirden tut Hataya kadar. Farklı kültürler doğrusu. Aynı ülke aynı şartlar ama garip, batı ile doğu arasında ne büyük de farklar var. Aynı harita üstünde bambaşka insanlar. Karadenizlisi bir başka avrupalısı bir başka. Ama bunca farklılığa rağmen, her Türkün yüzünde bir acı var. Bir sessizlik var Türk ailelerinde. Gerçi doğrusu ben daha küçük bir kızken bu daha fazlaydı. Seksenli yıllar da daha bir durgun olurdu aileler, evin büyükleri susar, çerçevedeki insanlara bakar, şehit olmuş yakınlarına ağlarlardı. Bunca savaştan sonra o sessizlik hep tanıdık gelirdi. Ben ve iki abim küçük de olsak anlardık o sessizliği, susardık. Şimdi artık o kadar yok bu sessizlik, varsa da geçim kaygısı, mülteci sorunu, konut sorunu ve dahasından kaynaklı. Ama biz Türklerin yüzündeki o acı dolu, hep gergin ifadeyi ne elin Amerikalısında gördüm ne de elin İtalyalısında. Bizim insanımız genelde hep karamsar, başı eğik, elleri ceplerinde dolaşır durur. Öfke duyar, büyük bir öfke ama atar durur içine.
“Yok be oğlum, tutamadım bir tane bile.” yüzünü buruşturup acı acı baktı adama. O da gülümsedi, omuz silkip “Boşver amca. Bu zamanda herkes balık tutuyor. Vallahi balıkların nesli tükenecek!” bunu şaka amaçlı söylese de yaşlı amca kızmış gibiydi.
“Hadi oradan! Siz ne anlarsınız. En iyi mevsimdir bu.” baktım hemen de kızdı, bakışlarımı çektim, başka insanlara baktım.
Derin bir iç çektim huzursuzca. Geçip gitmeyen bir huzursuzluk bu. Kızgınım ben bu insanlara, size de aslında! Hep övündük Türklüğümüzle, atalarımızın başarıları ile ama halimize bak! Karamsar bir ortadoğu ülkesi olmaktan öteye gidemedik. Araplar bile geçti bizi, biz hâlâ aynı eski kafa. Birçoğumuz memnun değil, başımızdakilere kızıp duruyoruz ama biz getirmedik mi bunları da? Kendi yaptığımızın hatasını çekerken kim suçlu aslında? Hepimiz bir köle gibiyiz, ne farkımız var Allahaşkına?
Ben buna kızgınım işte, bu suskunluğumuza. Bağırıp çağırmıyoruz, unutuyoruz her şeyi, ertele ertele nereye kadar? İnsan hiç mi akıllanmaz? Hâlâ bir kadın mini elbise giyince orospu diyoruz, bir genç eğlendi mi gençlik bitmiş diye yakınıyoruz! Allahaşkına ne diye umursuyoruz bu gereksiz şeyleri? Birileri ölür, birileri haykırır, birileri yardım ister ama biz bir kadın ve erkek öpüştü diye cinnet geçirirz! Ahlaklıyız ya, namusumuza ters!
Ne kadar güzel bir şehir değil mi İstanbul? Ayıla bayıla övürüyoruz ya bu yüzden! Evvela ben gördüklerimden sonra bunu diyemem! Hangimiz gerçekleri konuşuyor? Mahvoldu İstanbul, güzelim şehri çerçöple doldurdular. Birimiz kabul edemiyoruz bunu! Aşıkların şehri, şiirler yazdı o büyük şairler deyip duruyoruz. Daha da ötesi yok. Ben buna yanıyorum işte.
Nişantaşında çekin fotoğraf, sonra bayıla bayıla anlatın. Gezin Sultanbeyliği, berbat bir halde! İnsanlar oturmuş evlerin kapısında, mutsuz bir halde sokağa bakıyorlar. Kaldı ki ev bulamayan onlarca insan da söz konusu! Ponsiyonlarda yatıp kalkıyorlar. Yüzölçümü o kadar büyük de değil bu şehrin ama sıkışıp duruyoruz. Nüfusu aldı başını gidiyor ama hâlâ İstanbula gelin diyoruz. Otobüsler ağzına kadar dolu, iş sorunu almış başını, konut sorunu çıkmış ortaya, gençler kaygılı! Gerçi tek burası değil, tüm ülke böyle. Güzelim yuvayı haketmedik biz. Böyle olduk işte en sonunda, çürüyüp de gidiyoruz! Ama hâlâ Müslamınız biz, Allahımız var, o kurtarır bizi demekten de öteye gidemiyoruz. Avuçlarınızı açtığınız Rabbiniz, kanar mı size?
Evvala ben inanmam Allaha, belki söz bana düşmez ama doğru konuşalım şimdi. Gündüzünde haklarını yediğiniz işçiler, sırf denetim yapmadığınız için ölen fabrika işçileri, adaleti sağlayamadığınız için ölen masum insanlar, her bir evin yarısında şiddet gören kadınlar, malzemeden kaçtığınız için ölen depremzedeler sizin suçunuz! Ama akşamında avucunu açmış, Rabbinize dua eden de siz! Kanmaz o inandığınız Allah size, kandırmayın kendizi.
“Gökçe dalıp gitmişsin! Duymuyorsun beni de!” Sevda’nın sesilye hemencecik kendime geldim, bakışlarımı ona çevirdim. “Aman sabah sabah ne yapayım!” derken o sigarasını yere atıp hafif dağılmış kırmızı rujunu düzeltti, fön çektiği sapsarı saçlarını karıştırıp “Ee hadi ne duruyoruz? Geç kalacağız vallahi şimdi.” dedi, koluma girip beni sürüklerken.
“Kalmayız geç falan.” reklamcı olduğumuz için şirteke geçmek için hızlı adımlara yürüyor, bu sahili de arkamızda bırakıyorduk.
“Sen nasılsın? İyi misin?” yeşil gözleri üstümde dolaşırken hafiften kuşkuyla bakıyordu bana. Sebebini sormadım, durmadım da üstümde.
“İyiyim işte. Olması gerektiği gibi.”
“O ne demek be?”
“Bu şehirde ne kadar mutlu olunuyorsa o kadar olması gerektiği gibi Sevda!” kahkaha attığında bir an ona özendim. Ne de umursamıyordu hiçbir şeyi. Ben ise deli gibi düşünüp dururdum.
“Bu ülke hep böyleydi hep de böyle gidicek gibi. Boşver, yaşamaya bak sen.”
Yaşamak buysa ölüler şanslı olmalı bizden diyecektim de sustum, bir taksiye binerken şehri camdan seyrettim. Gözlerimi yumdum, yarım saatliğine de olsa uyumak için iyice düşünmemeye çalıştım.
Ben böyle biriydim işte. Çoğumuzdaki o öfke bende de vardı. Haykırıp sitem etmek istediğim ama susturduğum o öfke.